Sevgili Maria,
Sırtım odaya dönüktü bu iki kelimeyi yazmadan önce. Kalktım, masanın karşısına oturdum; müziği kendime, kendimi dünyaya döndüm. Pencerelerle ilgili bir şeyler anlatmıştım sana bir zaman, hatırlar mısın? Benimkilerin içeri doğru açılmasını, dünyanın dünyama sızması saymıştım. Sana bu evden kaç kere yazdım? Duvarlarımın yerini upuzun ve kocaman pencereler aldı. Önlerine incecik beyaz perdeler örttüm, araları hep açık. Dışarıda önce kar, sonra yağmur yağdı -şimdi yine güneş açmış. Ne garip, koskoca gezegenin sokağımıza gelişini bir çiçeğin "açmasına" benzetişimiz. Güneş hiç kapanmıyor, fark ettin mi? O gidince, "hava kapanıyor" yalnız, o kadar. Üstelik akşamları ışığını Ay'a devrettiğinde, Ay da açmıyor. Belki biraz "çıkıyor", ya da yalnızca "var" oluyor.
Çocukken de böyle, kelimelerle oynamaya, onları didik didik etmeye bayılırdım. Gençliğimde (şimdi sen gülüyorsun fakat bu bana bazen bir ömür önceymiş gibi geliyor) bir gün, "Eat, Pray, Love" ı okuduğum sıralarda, kitaptaki kadının yeni öğrendiği o melodik İtalyancanın içerisinde en sevdiği kelimeyi seçmeye çalıştığını hatırlıyorum. Tesadüf, benim de İtalyancayı yeni yeni öğrendiğim zamanlardı. Uzun uzun düşündüğümü ve o andan sonra öğrendiğim her kelimeye "Acaba bu mu?" diye sorduğumu hatırlıyorum. Yıllar içinde bu dilde pek çok kelime öğrendim ve pek çoğunu unuttum -ama en sevdiğim kelime en başından beri oradaydı ve hiç değişmedi: Per favore. Nezaketin, cümlenin sonuna konulan gülücüğün, belki hiç tanımadığın biriyle kuracağın o kısacık sohbetin melodisi. Ömrümün İtalyan duraklarında geçen beş aylık sürede bu iki kelime en güzel kahvelerin, en şaşırtıcı sergilerin, en eski müzelerin, en keyifli yolların ve en güzel yılların ucuna iliştirilmiş bin yıllık bir broş olarak kaldı.
Kelimeler, oysa, bazı anlamlara gelmiyorlar. Hikmet bunu biliyordu, pek çok şeyi bildiği gibi. Yine çocukken ve pek çok şeyden korkarken, Felak suresini öğretmişti annem. Aradan yıllar geçti, bir tatilde yanıma aldığım tüm kitapları bitirince otelin her nasılsa bir kitaplığı olduğunu fark edip, Ece Temelkuran'ın Muz Sesleri kitabını okudum. O kadar dokundu ki içime, birkaç ay sonra -o zamanlar yeni çıkan- Düğümlere Üfleyen Kadınlar'ı aldım. Aldım, elime aldım, yanıma aldım, dolandım, dolandım ve dolaba kaldırdım. Yıllar geçti, bir kez bile okuyamadım. Sonra biz, "yaşayan" kadınlar olduk, birbirimize nefes olduk ve 2.yılımıza 1 ay kala işte bu kitabı okuduk. Beni korkularımdan çekip çıkaran kadınların arasında, eski korkularıma deva olsun diye annemin öğrettiği Felak suresi çıktı yeniden karşıma. Başladım okumaya "...Ve min şerrin neffâsâti fîl ukad" derken durdum. Birkaç küçük kelime, içimi yaktı. Yıllarca söylenmemiş anlamına kırıldım, "ve düğümlere üfleyen kadınların şerrinden" dediği yerde bıraktım. Dönüp geriye bakıyorum: masalların cadıları, mağaraların büyücüleri, bilmem kaç çağın o değerli avı -kadınlar, köklerim, parçalarım. Bilse annem, uzatır mıydı yine de bana bu cümleleri?
Kelimeler anlamlarıyla, ağrılarıyla, vaatleriyle ve kokularıyla geliyorlar. Nefesleri yasemin kokuyor kadınların şimdi, kestane kokuyor İtalyanca kelimeler kendimi bildim bileli. Güneş açarken bahar kokuyor odaların içi, batarken perdelerin kokusu vanilyalı mumlar gibi. Müzik açıyorum, odanın içine renkler doluyor; dans ediyorum, adımlarımdan papatyalar yayılıyor. Yasemin ağacı kendiliğinden var olmazmış bir yerde, ancak alıp bir dalını toprağın altına koyarsan ve orada köklendiğinde toprağın öbür ucundan çıkarırsan o zaman yetişirmiş yeniden. Elimi toprağın altına sokuyorum, La Loba'nın bıraktığı kemikleri buluyorum. Kelimelerimi uzatıyorum ona, kelimelerini uzatıyor bana. Öbür uçtan bir yasemin olup çıkıyorum.
Gök gürlüyor şimdi de, bu ne demek? Belki onun bile bazen anlatması gerek.
Comments