top of page
abilirdonmez

Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar: Ursula'yı Görmek Üzerine Bir Deneme

Anlatacaklarıma başlamadan önce duruyorum, 60 yıllık bir yazarlık kariyerine sahip Ursula gibi bir kadını, kısacık bir yazıda anlatmak ne kadar mümkün? Üstelik bugün ve bu anda Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar’ı tam anlamıyla -hakkını vererek- anlatabilsem dahi (bunun da yine bu kısıtlı yazıda mümkün olmadığını bilerek), söylemek istediklerimin binde birini bile söylemiş olur muyum?

 

Bu yazıyı yazmadan önce Ursula’nın kendi websitesine giriyorum, biyografisi şöyle başlıyor: “Ursula Kroeber Le Guin (1929-2018); 23 roman, 12 cilt öykü, 11 cilt şiir, 13 çocuk kitabı, 5 deneme seçkisi ve 4 çevirisi olan tanınmış yazar.” Edebiyatın ve bilimkurgunun en önemli ödüllerinden Hugo ödülünü 7 defa, Nebula ödülünü 6 defa kazanmış ve bu ikisinin yanısıra daha birçok önemli ödüle layık görülmüş. Eh, bunda şaşılacak bir şey yok. Bir kitabını dahi okuduysanız, satırlardan size fısıldayan sihirli bir şeyler olduğunu bilirsiniz. Belki şaşılacak tek şey, o dönemde başkalarının da bu “sihri” görüp, tanıyıp, hakkını teslim etmiş olmasıdır. Çünkü yetişkinler, Amerikalılar ve ah en çok da ataerki (evet, bu sizi şaşırtmasın), ejderhalardan korkarlar.

“Çünkü fantezi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fanteziden korkar. Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksiziliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.”

Ursula’nın yazım serüveni yatay düzlemde gerçekleşen ve onun tabiriyle “nasıl yazmalı kitaplarının” anlattıklarından uzak, teknik bir süreç değildir; o, dikey düzlemde yazar. Bir yandan kalbi ile karnı arasında bir yerden -belki her ikisinden- yazıyor gibi gelir bana ama bu sizi yanıltmasın, içsel olduğu kadar kolektif, bireysel olduğu kadar çoğuldur da.

“Eylemle, yaratmayla ilgili bu yaklaşımım, belli ki temel bir tavır ve kitaplarımın çoğunda açıkça görülen I Ching’e ve Taocu felsefeye duyduğum ilgiyle aynı kökten geliyor. Taocu dünya kaotik değil düzenlidir, ancak düzeni insan ya da kişisel veya insancıl bir tanrı tarafından dayatılmış bir düzen değildir. Gerçek yasalar -bilimsel olduğu kadar etik ve estetik yasalar da- herhangi bir otorite tarafından yukarıdan aşağı dayatılmaz, nesnelerin kendisinde vardır ve bulunmaları, keşfedilmeleri gerekir (…)

Burada konudan uzaklaşır gibi olmak (ama aslında hep aynı şeyin etrafında dolanmak) pahasına araya gireceğim. Gariptir ki Jung da, “Ruh kaosta değildir”, der, “Evet, enerji sürekli hareket halindedir; ama uzayda amaçsızca salınmaz, kendi içindeki bir düzenle uyum halinde dolaşır.” Tıpkı bir suyun akışı gibi. Stephen King’in bir yazarın ölümünü konu alan bir kitabı vardı. Kitapla ilgili birçok şeyi unuttum ama çocuk halimle okuduğum ilk günden beri, kitaptaki yazarın “yalnızca gerçek yazarların” yerini bildiği bir nehrin içinden, adeta balık tutar gibi fikirleri “yakalaması” beni o kadar etkilemişti ki, bunu bir türlü unutamıyorum. Şimdi bakınca, Nihan Kaya’nın Yazma Cesareti’nde bahsettiğine benzer bir şey buluyorum bu anlatının içinde -yatay bir akışın içinden dikeye doğru çekilen “balıklar”, bugüne dek beni sarsmış tüm kitapların ortak hammaddesi olabilir mi? Belki hepsinin anlattığı zaten aynı yerdi -aynı şeydi. Hem, ne diyordu Ursula?

“Bir kitap bana bir fikir, bir konu, bir olay, bir toplum veya bir mesaj olarak gelmez, bir insan olarak gelir. Belli bir uzaklıkta, çoğunlukla bir manzara içinde görülen bir insan. Yer oradadır, kişi oradadır. O adamı ben icat etmedim, o kadını ben yaratmadım: adam veya kadın oradaydılar. Benim işim de oraya gitmek.”

Peki, “bu kitapları” nereden tanıyacağız? Ursula’ya göre, bunun cevabı Virginia Woolf’un Bayan Brown’ında saklanıyor. Bayan Brown, Richmond’dan Waterloo’ya giden bir trenin kompartmanında, Virginia’nın karşısında oturuyordu. “Bu Bayan Brown, der Virginia Woolf, romanın konusudur. Bir tren kompartmanında veya dimağında yazarın karşısına çıkar ve şöyle der: Yakala yakalayabilirsen!” Roman Virginia için bir “karakter” meselesidir, Ursula ise bunu bir adım ileri götürür ve sorar: “Bayan Brown ve bilimkurgu aynı tren kompartmanında ya da bir uzay gemisinde bir araya gelebilirler mi?” Bu sorunun cevabını tam anlamıyla vermek için henüz erkendir oysa; Virginia, Bayan Brown’ı 1923’te kaleme almıştır, Ursula ise bu soruyu 1975’te tekrar gündeme getirir. Erkeklerin bilimkurguyu bir düello alanı ve otorite aracı olarak kullandığı yerde Bayan Brown’ı gemiye aldıklarını ben de sanmıyorum, fakat onu örneğin Anarres’te bir trende Shevek ile konuşurken hayal edebiliyorum. Ah, Shevek demişken, Ursula’nın, bir eserde Bayan Brown’ın var olup olmadığını saptayabilmek için muzip ama akıllıca bir test yöntemi var: “Kitabı okuduktan bir ay kadar sonra, kahramanın adını hatırlayabiliyor musunuz?” Shevek’le son karşılaşmamızın iki ay önce olduğunu söylersem, aradaki bağlantıyı görebilirsiniz sanıyorum.


Mülksüzler’in yazım süreci de, Shevek’in, daha doğrusu “Bir adam; bir bilimadamı, aslında bir fizikçi”nin görüntüsü ile başlamış Ursula’nın içinde. Onu yakalamak için bir hikaye yazmış önce. “Of, ne aptalca bir hikayeydi! Bütün metaforlar birbirine karışmıştı. Yanına bile yaklaşamamıştım. O kadar büyük bir farkla ıskalamıştım ki, aslında onu zedeleyememiştim bile. Orada duruyordu, el değmemiş olarak. Yakala yakalayabilirsen!” Sonra ilk gerçek adım: “Tamam, senin adın ne? Gerçekten, nedir senin adın? “Shevek” dedi hemen. Tamam. Shevek. Öyleyse kimsin sen?” Ve böylece Mülksüzler’in bugün bildiğimiz evreni oluşur, karakterler saklandıkları yerlerden çıkar ve sihir gerçekleşir. “Bir isim nedir ki? Çok şeydir.” Mülksüzler’i okuduysanız sorun kendinize, Shevek’i unutabildiniz mi?

“Hemen hemen her eleştirmenin, kitabın temalarını ve fikirlerini ister savunsun, ister reddetsin, isterse de açıklasın, tartışmanın bir yerinde baş kahramanın adını belirttiğini fark ettiğimde bu inancım güçlendi. İşte, o orada! -orada, sadece bir an için bile olsa. Ona ulaşmak için iki koca dünyayı ve bütün acılarını icat etmek zorunda kalmış olsam bile, buna değerdi.”

O halde tüm bunlar bize Ursula hakkında ne söylüyor? Bütün bunların üzerine hala onun yazdıklarını okuyup, kitabın kapağını kapatıp, “Hadi şimdi biraz da Ursula kimmiş bakalım” diyerek internetin sonsuz aleminde araştırma yapmak ne kadar akıllıca -veya bu soruyu daha doğru bir şekilde şöyle sorabilirim: Onun hakkında yazılanlar, onun yazdıklarından daha derin ve daha gerçek ne söyleyebilir bize Ursula hakkında?

“Biz (birkaçı hariç tüm insanlarla) yazarak iletişim kurarız, ama dolaylı bir yoldan. Sanki sağır ve dilsizmişiz gibi. Ve yalnızca yazıyla değil, dolaylı olarak da. Hayali durumlardaki hayali insanlar hakkında öyküler yazarız. Sonra bunları yayımlarız (çünkü bu öyküler kendi tuhaf üsluplarıyla birer iletişim eylemidir, başkalarına hitab ederler). Sonra insanlar bunları okurlar ve telefonu açıp derler ki: Ama sen de kimsin? Bana kendini anlat! Biz de deriz ki: Anlattım ya işte: Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan her şey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet, ama nereden?”

En başta dediğimi en son tekrar edeceğim; iki saat daha yazmaya devam etsem, yine de onu anlatmak için gerekenlerin binde birini bile söyleyemeyeceğim. Fakat neyse ki, Ursula buna tam 60 yılını ayırmış. Ursula kim mi? Yazdıklarına bakın.

“Ben, insanın her şeyin veya fazla bir şeyin ölçüsü olduğunu düşünmüyorum. İnsanın hiçbir şeyin sonu veya son noktası olmadığını, ortası hiç olmadığını düşünüyorum. Ne olduğumuzu, kim olduğumuzu ve nereye gittiğimizi bilmiyorum, zaten bildiğini söyleyenlere de inanmıyorum - belki son senfonisinin son bölümünde Beethoven hariç (Ya da büyük senfonide Schubert, ama o da Beethoven’dan bambaşka bir şey söylüyor. Bildiğim tek şey, burada olduğumuz ve bu gerçeğin farkında olduğumuz, bu gerçeğin bizi farkında olmaya, kulak vermeye zorladığıdır. Çünkü biz nesne değiliz. Bu esas olandır. Biz özneyiz, aramızda bize nesneymişiz gibi davrananlar yanlış, insanlık dışı, doğaya karşı davranıyorlardır. Ve bizimle birlikte, en büyük Nesne olan doğa, onun yorulmadan yanan güneşleri, dönüp duran galaksi ve gezegenleri, kayaları, denizleri, balıkları ve eğreltileri, köknar ağaçları ve küçük tüylü hayvanları, hepsi özne oldular. Onlar bizim bir parçamız, biz onların bir parçası olduğumuz için. Etimiz, kemiğimiz. Biz, onların bilinciyiz. Eğer, biz bakmayı bırakırsak, dünya kör olur. Eğer, biz konuşmayı ve duymayı bırakırsak, dünya sağır ve dilsiz olur. Eğer düşünmeyi bırakırsak, düşünce olmaz. Eğer, kendimizi yok edersek, bilinci yok ederiz. (…) Ben, gerçekten Bayan Brown’dan başka yerde umut göremiyorum.”




422 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


Yazı: Blog2 Post
bottom of page