top of page
abilirdonmez

Ayça Güçlüten'in İstisnai Buluşmalar Kitabının Kurtlarla Koşan Kadınlar Bağlamında Analizi

Uçurumun Çocuğu. Bir süt kutusunda doğdu, dünya onun gelişine heyecanlanmamış, ebesi erkekliğini lanetli saymıştı. Yaşamak, kan dolu bir eylemdi; “baba” denemeyecek o adam hem kendisi dövüşür, hem köpeklerle dövüşür, hem evdekileri döverdi. Bedenin acısını, ruhunun kitaplarda bulduğu şifa dindirirdi. Evde doğan birçok çocuktan biriydi, ama evin tek çocuğuydu. Ablasının, kadın haklarını savunurken polisler tarafından öldürüldüğü gün, annesi ocaktaki tencereyi tezgâha koymuş, önlüğünü çıkarıp gitmişti. Şiddetini arttıran o adamdan intikamını bir köpek aldığında, çocuk da gidecekti: Dağa ve uçuruma, başlangıcın ve bitişin yuvasına, Düş Güzeli’nin gerçekle karışmış düşüne ilk kez girdiği ve hayatını tamamen değiştirdiği o ikircikli yalnızlığa.


Düş Güzeli. İçinde dünyadan ayrı bir hayatın aktığı bir evde doğdu. Örgü örerek evi geçindiren mutsuz ve yorgun annesi, tek bacağının kısalığını içindeki sonsuz çocuklukla telafi eden kardeşi ve ölülerle konuştuğu iddia edilen gizemli teyzesiyle birlikte yaşıyordu. Dans etti düş güzeli, yaşam onun dansında kendini buldu. Kırmızı ayakkabılarıyla döndükçe o kendi etrafında, dünya da en sihirli yüzüyle döndü onunla. Bir süt kutusunda var edecekti bir gün uçurumun çocuğunu ve bir dağın tepesinde bulacaktı onu. Onun hikayesini anlattıkça, kendi hikayesine yaklaştı. Onu aradıkça, kendini bulacaktı.

Yıllar geçecek, yollar onları hep bir araya getirecek, ayrı zamanlarda ikisine de dokunmuş herkes, ikisinin başka bir dünyası olduğunu oracıkta bilecekti. Son masala, son dansa dek. Uçana, ve düşene dek.

 

Ayça Güçlüten’in İstisnai Buluşmalar'da yarattığı dünyayı tam anlamıyla kavramak için bu kitabı birden çok kez elinize almanız gerekecek. Sayfalar, zamanlar, insanlar ve mekanlar arasında mekik dokuduğunuz -biraz aşağı, biraz yukarı dolanmanız gereken- bir yolculuk bu. Anlattıklarının özelliği ve cümlelerin güzelliği değil yalnızca onu bu kadar özel yapan, ipuçlarıyla bezenmiş bu yolun sonu koca bir kadın edebiyatına bağlıyor sizi. Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı okuduysanız, kırmızı ayakkabılarıyla dans eden kızın size gizlenmiş anlamları sorgulatması kaçınılmaz. Bir kere “vahşi kadın”ı öğrenmişseniz “teyze”ye bambaşka gözlerle bakacaksınız; kesilen saçların, çıplak ayak aşılan yolların, fiziksel “eksiklik” gibi gördüğünüz her ayrıntının, düşülen kuyuların ve uçurumların, çıkılan dağların ve çatıların bir anlamı olduğunu bileceksiniz içinizden.


O halde gelin, bu metinlerarası bağların bir kısmını beraber inceleyelim:


Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında Estes, kırmızı ayakkabılarıyla durmadan dans eden bir kızın masalını anlatır. Ayakkabıları olmayan öksüz bir kız çocuğu, bulduğu kumaş parçalarını biriktirerek kendisine bir çift kırmızı ayakkabı diker. Bir gün yine ayağında kırmızı ayakkabılarıyla gezerken, bir at arabası yaklaşır ve kırmızı ayakkabıları sayesinde çocuğu fark eden zengin bir yaşlı kadın, kızı evlat edinir. Fakat eve gider gitmez yaşlı kadının ilk yaptığı şey ayakkabıları atmak olur, çünkü “paçavra”dırlar ve kıza yeni ayakkabılar alınmalıdır. Küçük kız, gözleri yeterince görmeyen yaşlı kadını kandırarak gittikleri ayakkabıcıdaki parlak, kırmızı ayakkabıları alır ve toplumca ayıp sayılmasına rağmen kilisede onları giyer. Etrafın uyarılarıyla durumu fark eden yaşlı kadın kırmızı ayakkabıları yasaklasa da, bir sonraki hafta küçük kız dayanamayıp yine kırmızı ayakkabılarıyla kiliseye gider. Bu kez bir şey olur, bu kez kapıdaki yaşlı asker “Dansa kalmayı unutma” der ve gülümser içeri girerken, çıkarken de “Ne kadar güzel dans eden ayakkabılar!” diye bağırır arkasından. Bu sözlerle birlikte kız kontrolsüzce dans etmeye başlar ve günlerce, haftalarca dans eder. Ne yaşayanlar ne ölüler ona yardım eder. En sonunda kapısına gittiği cellada ayakkabılarını kesmesi için yalvarır ve ayaklarını da böylece kaybeder. Estes’in versiyonu bu şekilde biter, Andersen’in versiyonunda kimi farklılıklar bulunmakla birlikte masalın iskeleti neredeyse aynıdır. Diyebiliriz ki en önemli fark, Andersen’in versiyonunda ilk kırmızı ayakkabıyı dikenin küçük kız değil, kasabanın ayakkabıcısı olan kadın olmasıdır ve kadın, ayakkabıları tam da annesini kaybettiği gün küçük kıza hediye etmiştir.




Estes’e göre, ayakkabılar toplumsal olarak bir statü göstergesi ve arketipsel olarak bir güç göstergesidir (sokakta ayakkabısı olmayan kişilere nasıl bakıldığını, ya da giydiği ayakkabıya göre kişilerin nasıl algılandığını hayal edin). Bu noktada, İstisnai Buluşmalar’da Uçurumun Çocuğu’nun yalın ayak yolculuğunu ve kör adamın ona vadettiği ayakkabıları da anmak gerekir. Şayet kör adam çocuğa, kendisine seve seve bir ayakkabı dikeceğini, fakat bunun için çocuğun ona koyun, at, geyik veya sığır öldürerek derisini getirmesi gerektiğini belirtir. Ayaklarının acısından zor yürüyen çocuk, bu teklifi kabul eder fakat karşılaştığı hiçbir hayvanın canını almak istemez. Yolculuğunu ayakkabısız sürdürmeye karar verip döneceği zaman, bir koyun, bir at, bir geyik ve bir sığır beraberce çocuğun önünü keser:


“Bana bir çift ayakkabı için değil, bir hayat dikmem için çabalamam gerektiğini anlattılar. Onları dinledim, her birine borçlandım.”

Çocuk kör adamın yanına eli boş gitmiştir ama kör adam “Boşver” der, “Biliyordum zaten” ve ona yanından ayrıldıktan sonra bir adamın gelip kullanılmış ayakkabılarını bıraktığını söyler; böylece çocuğun bir çift ayakkabısı olur. Çocuk, sahip olmak için can almamış, beşerî olan için doğaya ihanet etmemiştir. Estes, “Doğaya verilen zarar, insanların psişelerinin sersemletilmesi ile el ele gider (…) İçgüdüsel psişede Vahşi Kadın ormana bakar, orada kendisi ve bütün insanlar için bir yuva görür. Ama başkaları aynı ormana bakıp onu ağaçlarından yoksun kalmış ve ceplerini parayla dolup taşmış olarak hayal edebilirler. Bunlar, her şey yaşayabilsin diye yaşama ve yaşatma yeteneğinde ortaya çıkan ciddi yarılmaları temsil eder.” der ve tam da bu durumu, bizim için şahane bir şekilde açıklar.


Ayakkabı simgesi psikolojik bir metafor olarak anlaşılabilir, üstünde durduğumuz şeyi -ayaklarımızı- korur ve savunur. Arketipsel simgecilikte ayaklar, hareketliliği ve özgürlüğü temsil eder. Bu anlamda ayakları örtecek ayakkabılara sahip olmak, inançlarımızın kanıtlarına ve bu inançlara göre davranmak için gereken şeylere sahip olmak demektir." -Clarissa Pinkola Estes

İstisnai Buluşmalar’da ayakkabılar çocuğa yolları aşarak kendini ve dünyayı keşfetme, kıza ise dans etme özgürlüğünü ve dünyayla başa çıkma gücünü verecektir. Kızın ayakkabılarının “kırmızı” oluşu ikircikli bir anlama sahiptir, şayet kırmızı hem canlılığın, hayatın rengidir; hem de kaybedilen kanın ve yaralanmanın. İstisnai Buluşmalar’da kırmızı ayakkabı hikâyeye, tıpkı Andersen versiyonundaki gibi dahil olur, ayakkabılar teyzesinin ona hediyesidir. Sürekli dans eder Düş Güzeli ama bu dans, Estes’in masalındaki gibi tahrip edici bir dans değildir; aksine o dans ettikçe çiçekler büyür, yaşam güçlenir -onun dansı iyi olana kucak açar, kötü olana isyan eder. Sokakta, örgü sattıkları dükkânda, evde, çatıda dans eden bu küçük kızın, ayna karşısında dans etmemesi de önemli bir ayrıntıdır: çünkü annesinin ve teyzesinin neredeyse tek ortak fikri, ayna karşısında dans etmenin uğursuz olduğunu yönündedir. Ayna, başlı başına kişinin ikinci kişiliğiyle ve sakladığı gerçeklerle yüzleşmesine vesile olacak bir araç olarak güçlü bir imgedir ve zamanında bu söze itaat eden kız, yaşlandığında pişman olacaktır buna: “Anlıyorum, bir kere bile aynanın karşısında gönlümce dans edip onları onurlandırmadığım için kızgınlar bana, e haklılar da. Yeryüzünün bütün aynaları kız çocukları için yapılmış olmalı oysa; kendilerini görsünler, sevsinler, ne kadar güzel olduklarını unutmasınlar diye. O zamanlar bunları düşünemiyordum, düşünmeyi istemiyordum.”


Tıpkı masaldaki zengin yaşlı kadın gibi, kızın hayatına da “göz alıcı hediyelerle” giren bir yaşlı kuvvet, bir “şeytan”, psişenin doğal yok edicisi vardır: Baba figürü. Annenin güçten düştüğü ve kendini odaya kapadığı bir dönem, bir anda baba giriverir hikayemize. O kadar ani ve o kadar güçlü girmiştir ki, sizi bu durumu sorgulamaya, şüphelenmeye iter. Teyze evi kısa sürede terk eder, kızlar babalarıyla kalır. Görünüşte her şey güzeldir ama Düş Güzeli kısa sürede görünenin altını keşfedecektir. Kardeşiyle birlikte okula gitmeleri gerektiğini söylediğinde baba, güzel bir hayat için gereken tek şeyin para olduğunu ve okula ihtiyacı olmadıklarını söyleyerek güler. Bu gülüşe karşın kendisini izleyen kız, “Dişleri hiç de o kadar bembeyaz değildi, o gün fark ettim” der ve bu cümle, hemen akıllara Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında da geçen Mavi Sakal masalındaki prensesin o meşhur “Sakalı o kadar da mavi değil” düşüncesini hatırlatır. Güçlüten’in kitabında gördüğümüz, adeta Mavi Sakal’daki bu safdil kanışın tersidir, Düş Güzeli canavarının gerçek yüzünü görmüştür. Mavi Sakal masalı ile olan benzerlikler devam eder, tıpkı masaldaki gibi baba da görünürde kızlarına zengin bir hayat sunmaktadır, fakat bu hayatın ilk bakışta önemsiz görünen sınırlarını keşfettikçe kız, nasıl bir hapsedilmişlik içinde yaşadığını ve kandırıldığını anlayacaktır. Zenginlik gördüğü şeyler aslında içi boş dekorlardır; örneğin babayla birlikte eve kütüphane gelmiştir, ama tüm kitaplar yabancı dildedir ve baba, onlara okuyabilecekleri dilde çocuk kitapları almayı reddeder.


Tıpkı Mavi Sakal masalındaki gibi, burada da girilmesi yasak bir oda vardır. Annenin odası, yalnızca doktorun ve babanın girip çıkabildiği bir odadır ve bu ziyaretler dışında baba, odayı sürekli kilit altında tutmaktadır. Düş Güzeli’nin gözleri, bu kandırmacalara kolayca açılacaktır, çünkü erginlenme sürecinde belli bir yol katetmiştir, oysa küçük kardeşi, tıpkı Mavi Sakal’a inanan küçük kardeş gibi, henüz safdildir ve bazı kapılar açılıp da anahtarlar kanamadığı sürece inanmaya devam edecektir. Babanın alt edilişi, o sırada evde olmayan teyzenin sayesinde başlar; çünkü adeta hissetmiş gibi teyzesi, haftalarca eve ot ve kemik dolu çuvallar getirmiş ve bunları yatağının altındaki gizli bir bölmede biriktirmiştir. Buradaki “ot ve kemik” kullanımı oldukça önemlidir; şayet Estes’e göre “Arketipsel simgecilikte kemikler tahrip edilemez gücü temsil eder. Kolaylıkla kendilerini teslim etmezler. Yapıları gereği yanmaları zor, ezilip toz haline getirilmeleri neredeyse olanaksızdır. Mit ve öykülerde tahrip edilemez ruh tinini temsil ederler.” İçimizdeki bilge yaşlı kadın, kemikleri toplar ve onlara hayat verir. “O, ruhun koruyucusudur”, La Loba’dır. Aynı zamanda Mavi Sakal’ın kilitli odasında da öldürdüğü kadınların kemikleri saklanmaktadır; o halde kemikler, hem gizli olanın hem de anahtarın göstergesidir. Teyze, ya da artık açıkça görebildiğimiz üzere psişenin “vahşi kadını”, adeta olacakları hissetmiş gibi, bu felaketten çok önce uyarır Düş Güzeli’ni: “Hareketlen. Fark et. Gördüğünü sandıkların değil, hislerin hakikat. Yüreğini yokla, cevaplar orada. Değişiyor, her şey değişiyor, korkma. Yatağımın altını sakın unutma. Orada da bir şey olacak bir gün, senin için.” Erken gelmiş bu uyarı, zamanını bulur ve kız, bulduğu otları kaynatarak babasını uyutur. Bir gün, yeterince derin uyuduğunu fark ettiğinde annesinin olduğu odaya girer ve onu bir deri bir kemik bulur, “uyku ve ölüm arasında sıkışmış bir yaratık”tır şimdi annesi ve “Kaçın” der son gücüyle. Bu sırada uyanan baba, anne-kız arasındaki bu güçlü ittifakı hissetmiş gibi içeri girer ve kızı dövmeye başlar. Kanlar içindeyken kardeşini görür Düş Güzeli ve bilincini kaybetmeden önceki bu son ân, kardeşinin erginleşme sürecinin, fark edişinin başladığı an olarak kalır. Uyandığında üstünde yatan babasını kanlar içinde bulur, babanın sırtında daha önce annenin başucunda duran iki şiş saplıdır ve teyze geri gelmiştir. Teyzenin tam da o anda gelmiş olması bizi şaşırtmamalıdır, şayet Estes, “Karanlık adam düşleri gördüğümüzde, her zaman dengeyi sağlayan ve bize yardım etmek için bekleyen karşıt ve dolayısıyla da dengeleyici bir güç olduğunu unutmamamız çok önemlidir (…) Yok edicinin ördüğü çitler, duvarlar ya da engeller ne olursa olsun, Vahşi Kadın onların üstünden başını uzatır.” der. Şişleri saplayanın kim olduğunu bilmeyiz, ama kardeşinin “ne denli sivri dişleri, pençeleri olduğunu” söyler bize Düş Güzeli. Küçük kardeşin de içindeki vahşi kadınla tanıştığını biliriz, bu yeterlidir.


Peki teyze neden gitmiş, nasıl son anda gelmiştir? Aslında teyze kitap boyunca sürekli yolculuklara çıkar. Evin kapısını hep açık tutar, ihtiyacı olanlara sürekli yardım eder, “ölülerle konuştuğu” ve “yaralıları iyileştirdiği” rivayet edilir. Şiir yahut bilmece gibi konuşur kimi zaman, kimsenin bilmediği şeyleri bildiğini hissederiz. Teyze, bu dünyaya ait değildir. Hiç para almaz örneğin yaptığı yardımlardan, ya da ev işlerine yardım ettiğini hiç görmeyiz. Uçurumun Çocuğu ile Düş Güzeli arasındaki bu bağı, birbirlerinden uzak olsalar dahi birbirlerini hissettiklerini, tanıdıklarını, zaman ve mekân bağımsız yerlerde buluştuklarını bilir: “Sen biliyorsun… Çocuğu görüyorsun (…) İki çocuk bedene yerleşti yüce bir ruh, birbirlerini tamamlasın diye, sevmeyi öğrensinler, öğretsinler diye” der bir gün, onun bildiğini artık kız da bilecektir. Adeta rehberlik eder ikisine, “Yer ve gök arasında bedenlerinizi terk ettiniz, bir yerde buluştunuz. Yolu uzun, yolu zor. Onu bırakma” der ve korur bu bağı, anlar, iyileştirir. Estes’e göre Vahşi Kadın, “(…) akılcılığın dünyası ile mitosun dünyası arasında durmaktadır. Bu iki dünyanın üzerinde döndüğü eklem kemiğidir.” Teyze kimsenin yerine karar vermez, onlara öğretir. Gerçeğin ötesini görür, bilir.


İstisnai Buluşmalar’a bir kez adım attığınızda, sonsuz bir anlam ağına doğru sürükleniyorsunuz. Ölen annenin sürekli örgü örmesi ve babanın sırtında tam da annenin şişleriyle ölmesi; doğumu, yaşamı ve ölümü belirleyen Üç Kader Tanrıçası’nı, Moirai’i, üç kızkardeşi size hatırlatıyor. Kimsenin isminin olmamasını açıklarken biraz Kurtlarla Koşan Kadınlar’ın ismin gücüyle ilgili söylediklerini hatırlıyor, biraz kendi sezgilerinize dönüp isimsizliğin bu karakterlere verdiği sonsuzluk gücünü fark ediyorsunuz. Çatı katının sihirli ve dönüştürücü gücü, Nil Sakman’ın çevirisiyle dilimize kazandırılan Tavan Arasındaki Deli Kadın’ı okumuş herkes için bambaşka anlamlar ifade ediyor; kör adam, kambur, bir bacağı kısa kardeş ve daha nicesinin fiziksel özelliklerinin size bir şey anlattığını biliyor, duymak için daha da yakına ilişiyorsunuz. Gerçek ve zaman algınızı günümüz katılığından kurtarıyor, içinizdeki Vahşi Kadın’ı tanıdıkça sezgilerinize dönüyor, kendi ormanınıza adım atıyorsunuz. Bu yatay bir yolculuk değil, sizi dikey düzleme davet ediyor; ki Uçurumun Çocuğu ile Düş Güzeli de sonunda birbirlerine tam da böyle kavuşuyor.


Uçurumun Çocuğu anlatıyor son kez: “Düşüyorum. Mevsim değişiyor. Güneş bütün haşmetiyle kemiklerimi ısıtıyor, alnımdan şefkatle öpüyor. Benim güzel çocuğum. Hayır, bunu diyen güneş değil, bir kadın. Güneşin üstünde duruyor. Yaşlı biri, yaşı olmayan biri, çok yaşamış biri. Yanında da bir kız, bir bacağı diğerinden daha kısa. Başlarında birer şapka, ellerinde şemsiyeler. El ele tutuşmuşlar, havada yürüyorlar. Sürekli gidiyorlar, bunu anlayabiliyorum. Onları tanıyorum, onun insanları, senin insanların. Bu boş ve anlamsız oyunu siz bozdunuz güzel oğlum. Yavaşlıyorum. Yanımdan bir ayakkabı teki geçiyor. Yükseliyor, göğün en yüksek katına doğru. Düşmekten vazgeçiyorum. Ayakkabı teki avuçlarıma bırakıyor kendini. Yükseliyorum.”


Düş Güzeli anlatıyor son kez: “Uçuyorum. Sanırım gökyüzünün en sakin katındayım şimdi. Bir sessizlik sardı etrafımı, ürkütücü değil. Burnuma hoş kokular geliyor. Nereden acaba? Nedir saçlarıma takılanlar? Çiçekler. Aşağıdan yukarı yükseliyorlar. Yavaşlıyorum ben de. Aynı hızca uçuşuyoruz şimdi. Tanıyorum bu çiçekleri. Çatı, bizim çatının çiçekleri bunlar. Birkaç tanesi başıma taç şeklinde diziliyorlar. Dünyada mıyım hala acaba? Sanmam, dünya böyle susmayı hiç bilmezdi, burası başka bir alem olmalı. Anladım. Burası ikimizin, sadece bizim. Gece oluyor. Göz gözü görmüyor. Karanlık, hiç görmediğim kadar kara bir karanlık. Bekliyorum. Beklemek güzel, beklediğinin gelmek üzere olduğunu bildiğinde. Ve bir ışık yanıma doğru süzülüyor.”

264 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


Yazı: Blog2 Post
bottom of page